Ölüme Sıkılan Kurşun (Kar ve Tebeşir)

Hanginiz, bir yolda ölümü burnunuzun dibinde hissettiniz?
Hanginiz “orda ölüm var” denildiğinde bile bile yürüdünüz?
Ve oradan elinizi kolunuzu sallaya sallaya yürüyüp gittiniz?

Hanginiz ölüme kurşun sıktınız?
Bembeyaz kefeniyle gelen ölüme…


Yıl 1991. Kısa bir süre vatani görevimi yapmak üzere askere gittim.

Seksen günlük acemi birliği bana seksen yıl gibi gelmişti. Asker ocağında “asabi”,”arazi” ve “belalı” olmakla ünlenen, acemi birliğinde “Ali Okulu”nun başöğretmeni olan ben eski görev yeri olan Mardin ili Kızıltepe ilçesine tekrar görev beklerken, geri kalan askerlik vazifesini “muvazzaf” olarak Erzurum ilinde geçireceğimi öğrenince şok oldum.

İkinci şoka Erzurum’a gittiğimde uğradım. Beni Aşkale ilçesine bağlı “Düzyurt” denilen rakımı Erzurum’dan dörtyüz metre yüksekte olan bir dağ köyüne vermişlerdi. Şok olmama neden olan şey de burada ulaşımın yıl boyunca yayan olarak yapılıyor olmasıydı. Köyün herhangi bir ulaşım aracı yoktu. Olsa bile, en hafif bir yağmurda veya altı ay yerde kalan kardan dolayı yolu olmayan köye ulaşması mümkün olmazdı.

Tüm direnmelerim, muvazzaf olarak değil de normal bir asker olan kışlama geri dönme isteğim bile fayda etmedi. Bir tandık “dayı” devreye koyup da arkadaşım Muzaffer gibi torpille yer değiştirmek isteyişim de sonuçsuz kalınca, alınyazıma boyun eğmek zorunda kaldım.

Bundan sonra ömrüm boyunca unutamayacağım günler ve yukarıda değinmeye çalıştığım, ölümü burnumun dibinde hissettiğim yolculukları yaşamaya başladım.

Köye ilk çıkışım şans eseri iyiydi. Henüz yollar kapanmamıştı nedense.. Bir minibüs kiralayıp dağ yoluna tırmanmıştık. Kırkbeş dakikalık bir yolculuktan sonra, köye vardığımızda hayrettim ve şaşkınlığım gittikçe artmıştı. Köy Çat-Aşkale-Erzurum şehirlerine vakıf bir tepeye kurulmuştu. Askerliğini Kesikköprü’de tankçı olarak yapanlar bu mevkii iyi bilirler. Kesikköprü Zırhlı Askeri birliğinin üst kısmında kurulu Abdalcık denen bir köy var. O köye kadar araç ile ulaşımdan sonra, eteklerinde Abdalcık ve Cinis gibi köylerin kurulu olduğu dağın zirvesindeki bir düzlükte kuruluydu bu köy. Türklerin dağ başındaki barınak olarak kabul ettikleri yerlere “yurt” dediklerini unutmuştum. “Düzyurt” ismi de bu yerleşkenin geniş bir düzlük olmuş olmasındandı sanırım. Ancak “köy” kelimesi sanırım burası için çok lüks bir ifade olsa gerek. Çünkü burası sadece dokuz haneden oluşmaktaydı. Ve okul idaresindeki kayıt defterlerini incelediğimde hayretim daha da büyümüştü, çünkü köyde kayıtlı onüç öğrenci vardı ve bunlardan iki kişi de sürekli devamsızdı.

Köye bir valizden oluşan eşyamı bırakıp aynı arabayla geri döndüm. Maksadım burada eğitime başlamadan önce, okulun ihtiyacı olan tebeşir, metre gibi bir kaç gereksinimini, bir müddet için yetecek erzak, yeni bir ev kuracağım için ev içinde kullanabileceğim yardımcı malzemeler ve birkaç eşya almak ve son bir iki telefon açmaktı. Ama bendeki şansa ne denir bilmem… Alışverişi bitirip köye döneceğim gün fırtına haberleri almıştım. Yolda minibüsteyken şoför yüksek sesle: “Hoce sana kötü bir haberim var” demişti. Diğer yolcular gibi ben de merak etmiştim bu haberi. “Korkirem ki köye yayan çıkacaksın.” Evet, gerçekten durum onu gösteriyordu. Yolda kar yağışı gittikçe artmıştı. Yani anlayacağınız dağda yollar kapanmıştı. Artık köye motorlu bir araçla gitmek imkânsızlaşmıştı. İçimde tarifi mümkün olmayan duygular başlamıştı. Kendi kendimi yiyip bitiriyordum. “Gidip istifa edeceğim öğretmenlikten.. Yok, edemem çünkü askerim. Askere geri dönemem çünkü artık öğretmenim.. Peki, tamam da ben şimdi bu köye bu kadar yükle nasıl çıkacağım… Gidip kaymakamdan, validen destek mi istesem.. Onlar ne yapabilirler ki, onlar da benim gibi doğa kanunlarına karşı zavallı insanlar… Greyder verip yolu açtırsalar acaba minibüs gidebilir miydi köye? Kaymakam veya vali bana bu kıyağı yapar mıydı ki… Peki, ben şimdi nereye gidiyorum? Minibüsçünün dediği doğruysa, ki kesin doğrudur, peki ben ne yapacağım şimdi? Bu eşyayı nereye koyacağım, ilçeye geri dönsem otele gidip orada mı kalsam.. Ama yol bir daha açılmayacak ki… Benim de bu köye gitmekten başka çarem yok.. Tek başıma bu kadar yükü sırtıma vursam bile dağ yolunu tanımam etmem, ben nereye gideceğim bir başıma. ” Bu ve benzeri bir sürü soru gelip geçti aklımdan. Kafayı sıyırmak üzereyim. Minibüste olduğumu unutarak elim gayri ihtiyari sigara paketime gidiyor. Sigaramı buldum fakat çakmağı bulamadım. Şoförün bana uzattığı kibriti alıp sigaramı yakıyorum. Derin bir nefes aldıktan sonra kibriti geri verirken ona teşekkürle birlikte sigara ikram ediyorum. “Yok, ben almiyem hoce. Arabada içmem” deyince uyanıyorum. Özür dileyip sigaramı camdan dışarı atmak istiyorum. İçeri birden karlar hücum ediyor. Bir iki köylü sigaramı atmama müdahale ediyor. Ben yine de atıyorum. Camı kapatıp tekrar düşünüyorum. Aklımdan neler neler geçmiyor ki… Daldığımı gören birkaç yaşlı yolcu beni teskin edici birkaç laf söylese de dışarıda henüz tipiye dönüşmemiş kardan önce yüreğimde fırtınalar çoktan kopmuştu. Şakalaşmaları, yüksek sesle neşeli türküler söylemeleri bile fayda etmedi.

Köye varışımız fazla uzun sürmedi. Köy meydanında herkes arabadan inip eşyasını indirince şoför bana dönerek: “Hoce bize gidirik. Hacı babam köyde tanınmış biridir. Misafirperverdir. Bu gece bizde kal. Yarına Allah kerim sana bir yol buluruz..” Gün bitmek üzereydi. Güneş batmamıştı ama kar yağışı da gittikçe hızını artırınca köye karanlık beyaz bir siluet inmişti. Bugün duyduğum en iyi söz buydu. Bayağı rahatlamıştım bu sözlerle. En azından bu geceye ait kaygılarım giderilmişti. Başka çarem olmadığından teşekkür ederek bu teklifini kabul ettim. Arabaya binerek, köyün bozuk yolundan evlerine doğru hareket ettik.

Abdalcık Köyü dağın eteğine kurulmuş fazla büyük olmayan bir köydü. Evlerin genellikle çatılı olmasına bakılırsa varlıklı ailelerden oluştuğunu söylemek mümkündü. Yer yer Doğu Anadolu’nun tipik toprak damlarına rastlansa da bu sayı fazla miktarda değildi. Düzyurt Köyü’ne gitmek için bu köye mutlaka uğramak lazımdı. Tek güzergâh burasıydı. Bu yüzden olmalı ki, (sonradan öğrendiğime göre) Düzyurt Köyüyle bu köy arasında kız alıp vermeler çok olmuş ve Düzyurtluların burada ikinci bir konakları vardı. Doğal bir gereksinimdi bu. Düzyurtlular yıl içindeki ağır ihtiyaçları için atla geldiklerinde atlarını buradaki yakınlarına emanet ediyor, ilçeye arabayla giderler. Akşam dönüşte orada kalır, sabah erken yüklerini yüklenip köy yoluna tırmanırlardı.

Şoförün evine ulaşıyoruz. Kapıda yaşlı bir amca karşılıyor arabayı. Arabadan iner inmez Şoför babasına beni tanıtıyor: “Buba, Hoce Düzyurt Köyü örgetmeni…” dedi kısaca. Meseleyi anlamıştı Hacı amca. Bana elini uzattı. Bu soğuk havada Hacının elleri bana sıcacık geldi. Yüzünde çok çekmiş Anadolu insanlarının karakteristik kırışıklıkları vardı. “Hoş celdin hoceefendi” dedi. “Hoş bulduk” dedim ve önden yürüyerek evin giriş kapısına doğru yürümeye başladık. Evin ilk girişi geniş bir salondu. Salonun bir köşesinde evin iki duvarından geçen borulara bağlı bir soba tam anlamıyla gümbür gümbür yanıyordu. Salonda yere serili büyük bir halının kenarlarına çepeçevre minderler ve minderlerin üstüne üzeri çeşitli desenlerle süslü kanaviçe örtüler bulunan halıdan yapılma yastıklar vardı. Bir köşeye elimdeki çantamı koydum, ayaklarımı daha çabuk ısıtmak için altıma alarak oturdum. Ev sahibi hacı amcayla bir müddet hoş-beş ettik. Karnımın aç olduğunu ileri sürerek odaya henüz yeni giren Ali adındaki gence yemek talimatı verdi. Ben her ne kadar aç olmadığımı belirttimse de “Olur mu hoce efendi, akşam oldu öğlen nire, akşam nire!” diye itiraz etti bana. Anadolu insanına hele hele bir Doğuluya bunun ısrarı anlamsızdı biliyordum. ‘Yemeden içmeden bir yere gidip dönersen, mezarlığa gidip gelmiş olunduğu’ kanaati yaygındı herkeste. Ben bunu Mardin’den iyi bildiğimden fazla ısrar etmedim. Kısa zamanda köy şartlarına göre mükellef bir yemek hazırlandı. Yemekten önce salona gelip yerleşen üç beş köylü ve ev sahibinin iki oğluyla birlikte ben ve Hacı amca da oturup, neşeli konuşmalar arasında yiyip içtik. Sofra toplandıktan sonra sobanın üstünde kaynayıp duran kocaman çaydanlıktaki sudan çay demlendi. Çok lezzetli olmuştu. Bu arada benim köye nasıl ulaşacağım planlandı. Köye telefon açılacak, köyden birkaç gencin atlarla gelip beni ve eşyalarımı almaları istenecekti. Ama gecenin ilerleyen saatlerine rağmen köyle telefon bağlantısı kurulamayınca ben yine kara kara düşüncelere dalmıştım.. Salon yemekten sonra köylülerle dolup taşmıştı. Konudan konuya atlanılıyordu. Meclisteki olaylı yemin töreninden tutun, Aşkale’deki hayvan pazarındaki fiyatlara kadar bir sürü konulardan konuştular. Özellikle siyasi konularda benim görüşüme başvursalar da ben içinde bulunduğum halden dolayı hep kaçamak cevaplar verdim.

Köylüler benim dalgın halimi görünce kendi üsluplarıyla ince bir tiye aldılar beni. Ama fazla kırmak da istemediklerinden düzeyli gitmeye çalıştılar. Biri bana tabakasından sardığı sigarayı yakıp uzatınca, çok içmek istemediğimden kabul etmeyince; “iç iç daha çooğ içersin hoce” deyince hep birlikte gülüştük. Gece yarılarına dek şakalaşmalarına, sohbetlerine zaman zaman ben de katılarak devam ettik. Hepsiyle de ilk karşılaşmama rağmen kırk yıllık arkadaş gibi kaynaşmıştım.

Son varılan karara göre yarın sabah bir daha telefonla ulaşılmaya çalışılacak. Eğer kardan ve tipiden hatlar kopmamışsa veya direkler devrilmemişse durum açıklanacaktı. Köyden yardım talep edilecekti. Olmazsa ev sahibinin küçük oğlu Ali benim eşyalarımı eşeğine yükleyecek, benimle birlikte köye çıkacaktı. Ama biz yola çıkmadan yine telefonla köye ulaşılmaya çalışılacak, bizi atlarla karşılanmaları istenecekti. Ben Ali’ye hizmeti karşılığı ellibin lira verecektim. Planlama bittikten sonra misafir köylüler iyi dileklerini bildirip teker teker ayrıldılar. Evin ağzı burnu yaşmakla kapalı gelini yatağımı özenle serip ayrılınca Hacı amca ve oğulları da bir isteğimin olup olmadığını sorup beni yatağımla baş başa bıraktılar. Yatağımda uzun süre kıvranıp durdum. ‘Nasıl bir gelecek bekliyordu beni Ya Rabbi. Yarın yolda neler yaşayacaktık. Gerçi kar ve fırtınaya yabancı biri değildim ama ilk kez böyle bir yolculuğa çıkacaktım. Üstelik bir eşek sırtına fazla gelen bir yüküm de vardı.. Kim bilir belki yırtıcı hayvanlarla karşılaşacaktık. Gece köylülerin bahsettikleri ayı hikayeleri, kurt sürülerinden birkaç tanesi karşımıza çıkarsa ne yapacaktık..

Eşeği yedirip kurtulabilirsek ne ala…”
Ne zaman nasıl uyumuşum bilmiyorum.

***

Köylerde gün erken başlar. Horozlar çağırır dağların ardına gizlenmiş günün ilk ışıklarını… Sabahın ilk ışıklarının belirmesiyle köylü milletinin gün boyu sürecek, evle ahır arasındaki koşuşturması başlar böylece.

Gözlerimi açtığımda gümbürdeyerek yanan sobanın arkasında yere serdiği seccadede namaz kılan Hacı amcayı görünce doğrulup üstümü giydim, yatağımı, yorganımı ve ilk benim için serildiği belli olan çarşafımı katlayıp üst üste bir köşeye istif ettikten sonra, sobaya yakın köşede yere gömülü bir şekilde betondan yapılan “çelav” (su çukuru anlamında) denilen klasik bir küvette abdest almaya çalıştım. Çelavın dışarıya doğru çıkan atık su borusunun buz tuttuğunu görünce, gece yatakta donmadığıma şükrettim. Tam o esnada namazını bitirip selam veren Hacı amca: “Hoce sobanın üstünde sıcak su var oradan abdest al” dedi. Büyük bir alüminyum ibrikte kaynayan suyu çelavdaki soğuk suyla ılıtıp dışarıda bulunan tuvalete gitmek için dışarı çıkınca, ikindi vaktinden beri yağan karın halen devam ettiğini ve yerde yarım metreye yakın bir tabakanın oluştuğunu görünce yolda başıma gelecekleri düşünmeden edemedim. Kim bilir dağda ne kadar yağmıştı.. İçimde korku ve ne olacağım düşünceleriyle namaz kıldıktan sonra sobanın arkasına oturup bekledik. Kapı usulca açıldı. İçeriye elinde kocaman bakır bir tepsiyle yatağımı seren gelin girdi. Terbiyeli bir edayla tepsiyi önümüze bıraktı gitti. Bir iki dakika sonra elinde iki çaydanlık ve üstünde bardaklar olan küçük bir tepsiyle geri geldi. Çaylarımızı doldurdu tepsiye koyup tekrar aynı terbiye ve saygıyla yanımızdan ayrılınca ben Hacı amcanın teklifini beklemeden, “Buyurun Hacım, kahvaltı yapalım. Malum yolum uzun, hemen yola çıksak iyi olur.” dedim. Hacı amca benim bu girişkenliğime ve onu davetime sevindi. Şu an hatırlayamadığım bir duayla karşılık verdi bana. Beraber kahvaltı ederken, Hacı’nın şoför oğlu da içeri girdi. Selam verip teklif beklemeden sofraya oturdu. Kendine bir bardak çay doldurdu, yemeğe başladı. Kahvaltının sonuna doğru bana rehberlik edecek Ali de geldi. O da çayını alıp sofraya oturdu. Yedik içtik. Hamd ve teşekkürle sofradan ayrıldık. Telefona uzanan Ali ilk çevirmeden sonra “Aloooo” diye neredeyse bağırarak uzun bir ses çıkardı. Karşı taraf ne söyledi bilmiyorum ama Ali karşıdakinin kadın olduğunu belirten hitap şeklinden sonra durumu anlatmaya çalıştı. “Biz celiyoruz, çöyün ğocesi yanımda. Uşağlar bizi atlarla karşılasın tamam mı?” dedi. Telefonu kapatınca, umutsuz bir biçimde karşıdakinin sesinin anlaşılmadığını, çok parazitli olduğunu belirtti.

Kahvaltıdan sonra eşyalarımı eşeğin sırtına bağlanan çuvallara koyup sıkı sıkı bağladık. Yola koyulmadan Hacı amca o babacan tavrıyla ayaklarımı işaret ederek gülmüş, bana bir çift yün çorapla, Trabzon işi bir lastik ayakkabı vererek, “Al bunları giy, yohsem ayakların küye çiğmadan donar kalır” demişti. Allah razı olsun ne de iyi etmişti. Gerçekten eğer kunduralarla çıksaydım, ayakların pişecekti soğuktan. Ev halkıyla vedalaştıktan sonra köyün içinden geçerek dik bir yamacı tırmanmaya başladık. Bir saatten fazla bir zaman yürümemize rağmen köyün evleri kaybolmamıştı. Daha ne kadar gittik bilmiyorum ama bir ara geri dönüp baktığımda uzaktan köyün soba dumanları yükseliyordu. Köyün sırtını dayadığı dağın ilk yamacını böylece bitirmiş, düz bir alana çıkmıştık. Yarım saatlik bir yürümeden sonra ikinci bir yamaca tırmanmak üzereydik. O ana kadar hiç konuşmamıştık. Ali bana dönüp: “Eeee hoce konuş, yoğsam yol bitmez..” dedi. Ben ne konuşabilirdim ki… “Daha çok yolumuz var mı?” dedim. Boş bulunmuştum. Ali dağları taşları çınlatan bir kahkaha attı. Kahkahası karşı kayalıklara çarpıp geri döndü ve beynimin içine saplandı. “Oooooo…. Ne diyon Ğoce, buradan bağırsam bizim köyün itleri koşar celir. Ne kadan yol gittiğ çi biz daha..” Ben de bunu biliyordum… Ama ne bileyim işte, konuşmak için yol bulmuştuk böylece. Ali kalın tonlu ama yanık sesiyle bir türkü tüttürdü. Ben de bildiğim yerlerde kendisine eşlik ediyordum. Uzun bir yürümeden sonra yolumuza birkaç kaya çıktı. “Burada biraz dinlenceğiz Ğoce…” dedi Ali. İyi de olmuştu doğrusu epey yorulmuştum. Kayalara oturup Ali’nin paketinden birer ‘cıgara’ içtik. Aslında uzun süredir terk etmiştim. Ama Askerden bu yana tekrar başlamıştım. Anlaşılan uzun bir süre daha içecektim bu zehiri.

İyice dinlenmeden Ali, “Haydi ğoce, yolumuz uzun, eğlenmeyelim. Kar dindi bağ. Eğer hızlanırsak epey yol alırız.” İstemeye itemeye kalktım. Tekrar yürüdük.

İki saate yakındır bir yokuşu çıkıyorduk. Eğri büğrü bir güzergâh takip ediyorduk. Ben ‘neden dik çıkmıyoruz’ diye kızdım içimden. Ama sebebini sorup bir köylünün karşısında bilmediğim bir konuda tekrar mahcup olmak da istemedim. Deminki gibi utanabilirdim yine adamın vereceği cevapla. Susmayı tercih ettim. Yürümeye devam ettim, gücümün son kalıntılarıyla… Ali önde eşeğin yularını tutmuş çekiyordu. Ben de onları takip ediyordum, dizlerimde kalan son dermanla. “Dayan asker dayan!. Hani asker yorulmazdı. Hem sen öğretmensin. Öğretmenler çabuk çabuk yılmaz. Ha gayret” diyerek güç veriyordum kendi kendime. Dizlerimi aşan karların içinde kaldırıp atmaya çalıştığım ayaklarım beni artık taşımıyordu. Dizlerimin üstüne yığıldım. Göğsüme kadar karlara gömüldüm. Yok, artık gidemiyordum. “Bitti her şey… ne olacaksa burada olsundu. Artık gidemem ben. Kim ağlayacaksa ağlasın. Kara haberimi alanlar ne yapacaksa yapsın, artık şuradan şuraya gidemem” diyerek sırt üstü bıraktım kendimi karlara. Ağzıma burnuma karlar doluşmaya başlamıştı.

Var gücümle bağırdım: “Aliiiii!” Kendini türküsüne kaptıran Ali beni duymamıştı. Tekrar bağırdım: “Aliiiii!” bu kez dönüp bakmıştı Ali. Beni karlar içinde boylu boyunca görünce koşarak yanıma geldi. Kolumdan tuttu . “Ne oldu Ğoceefendi?” diye telaşla sordu. “Dayan yoksa burada donarsın, Allah koruya” Beni yerden kaldırmaya çalıştı. “Yürüyemem artık Ali.” dedim. “Biraz eşeğe binemez miyim?” koltuğumun altına girip beni yürütmeye çalıştı zavallı. Kocaman cüsemi taşıyacak kadar güçlüydü ama nihayetinde onun da gücü sınırlıydı, beni ne kadar taşıyabilirdi ki.. “Bak tepenin bitimine az kaldı. Şu yokuşu da çıktığ mı eşeğe binersin. Cel şimdi eşeğin kuyruğundan tut, seni çeker, destek alırsın.” Haklıydı Ali. Eşeğin yükü ona yetiyordu. Benim iri cüsemi de alsa bu kez eşek yuvarlanacaktı yerlere. Dediğini yaptım mecburen. Eşeğin kuyruğundan tuttum eşek yürümeye başlayınca önce sendeleyerek düşecek gibi oldum ama kuyruğa sıkı sıkı yapışınca inanılmaz bir şey oldu. Sımsıcak kuyruktan sanki eşeğin bütün gücü bana geçmiş gibiydi. Eşeğin adımlarıyla ben de yürüyordum artık. Neşem yerine gelmiş, Ali’nin türküsüne bile katılıyordum. Ali yine eşeğin başını çekiyor ben de kuyruğunu tutuyordum. Bir gören olsa “Zavallı eşekten ne istiyorsunuz?” diye bize çıkışabilirdi. Bereket versin öyle kuş konmaz, kervan geçmez bir yerdeydik ki bize sitem edecek kimsecikler yoktu. Ali’nin türküsü bitmişti. Eşek bir ara yavaşlar gibi oldu. Ben bir ritim tutturup gittiğimden yeni bir hale uyum zorluğu çekmeyeyim diye eşeğin hızlanması için “Çoh!” dedim. Ali arkasına dönüp: “Ne o Ğoce? Bağıyorum canlandın artığ.” Cevap yerine bir türkü tutturmuştum:

“Dağlar seni delik delik delerim
Kalbur alır toprağını elerim aman aman.
… ”
Ali neşeyle bağırarak: “Bu dağda torpağ yoğçi! Sen olsa olsa karları elersin hoceefendi!” gülerek türküme devam ederken, tekrar başa alıp: “Kalbur alır karlarını elerim” diye değiştirdim mısrasını. Bu kez de Ali karları kalburla elleyemeyeceğimi belirttiyse de ben türküme kaldığım yerden devam ettim. Kahkahalarla tepenin bitimine kadar türküyü takılmış plaklar gibi tekrar tekrar söylüyoruz.

***

O gün altı saate yakın yol yürümüştük. Bereket versin dağda kar kesilmiş, yerini sıcak ve terletici bir güneş almıştı. Yoksa köye ulaşamazdık o gün. Köye ikinci ama yürüyerek ilk gidişimi hiçbir zaman unutamam. Ve bir yıl boyunca bu yürüyüşler sık sık tekrarlandı. Köyden ayda bir kez bazen iki kez inerdik. İnişler genellikle güneşli yağışsız günlerde yapılırdı. Ve mümkün olduğunca aynı gün dönülürdü. Yoksa yağışa denk geldik mi günlerce ilçede masur kalırdık. İlçede kalmak zorunda olduğum günlerde Erzurum Öğretmenlerevi’nde geçen zamanım da bir başka hoş olurdu. Köyden şehre inmelerde bilmeceler, türküler, şarkılar ardı sıra dizilir ve yol kısalırdı böylece. Yaklaşık iki saatte inerdik biz dağı. Ama çıkışlar yok mu çıkışlar… İnsanın dizlerinin bağını çözen o yokuşlar ve belimizdeki kilolarca yük… Yük dedim de o günden sonra bir daha bir binek hayvanına binemedim. Köylüler atlarla gelir giderdi bazen.. Ben de peşlerine takılırdım. Çünkü ata binmeyi beceremezdim bir türlü. Köylü gençler o gün bizi karşılamaya geldiğinde de ata binememiştim zaten. Yükümü eşeğin sırtından indirmişler ben de eşeğe binerek köy görünene kadar yürümüş, oradan da yürüyerek köye girmiştik. Bu durumum bir yıl boyunca köyde konuşulmuş, köylüler arasında şaka konusu olmuştu. Köyden iniş ve çıkışlarda hep ben önde giderdim. Zaman zaman yanlış yola sapıp göğsüme kadar karlara saplandığım da oluyordu. Köylü gençler önden yol açıp ıslanarak gitmeme kızarlarsa da, ben onların ısrarlarına aldırış etmezdim. Çünkü onlar hızlı yürüyordu. Ben arkalarında yürüsem onlara yetişemez, hızlanmaya çalışınca da çabuk yorulurdum. O yüzden hep önde olurdum. Bu durumu da; “Öğretmenler toplumun en önünde olmalılar” diye ifade eder, gururlanarak üste çıkmaya çalışırdım.

Köy yolu üstünde dik yar vardı. Onun dibine yaklaştığımızda yukarıdan çığ düşer mi düşmez mi diye bağırırdık ve beklerdik. Bu bağrışmalar ve seslenmelerden sonra kar inmiyorsa yukarıdan temkinli bir şekilde dibinden konuşmadan, hızlı hızlı geçip giderdik. Bazen de zirveye doğru silahla ateş ederdik. Kurşun sıkardık beyaz ölüme…

Zaman zaman ilçeye inip de birkaç gün geri dönemediğimden öğrencilerin kaybolan zamanlarını telafi etmek için cumartesi, pazar günleri de ders yapardım. Bunu bir sohbet esnasında İlçe Milli Eğitim Müdürü’ne söyleyince kızmıştı. “Olur mu ya! Cumartesi, Pazar günleri resmi tatildir, ders yapamazsın!..” demişti.

Ben: “Yapıyorum işte. Sizden ücret mi talep ediyorum ki siz ödeyemezsiniz. Köy yerinde de veliden para talep edemem ya, herkesin canına minnet. Bana dua ediyorlar, ücret olarak da bu bana yeter.” demiştim. İlkbahar mevsimiydi. Maaş almaya gitmiştik ilçeye… Müdür beni görünce: “Köyden şikâyet var, derslere girmiyormuşsun. Önümüzdeki hafta sana müfettiş gelecek” demişti bana. Böyle bir şikâyetin olmadığını, müdürün bana hava atmak için uydurduğunu biliyordum. “Buyursun gelsin, karşılamaya eşek mi göndereyim, at mı?” Pek hoşuna gitmemişti bu sözüm. “Yok kaymakam bey greyder gönderecek köyün yolu açılacak, müfettiş jiple gelecek” demişti. Ben orada kaldığım müddetçe köye ne greyder geldi, ne de müfettiş… Hem müfettişin şeytanın bile giremediği bir köyde görev yapan bir öğretmenle teftişlik ne işi olabilirdi ki… Köy öğretmenlerine değil de merkezlerde tam donanımlı okullarda bir elleri yağda, bir elleri balda çalışan öğretmenlere takdir yazmak ve maaşla ödül vermekle uğraşsınlar değil mi? Bu düşüncelerimi bölge köylerin öğretmenlerinin toplandığı toplantıda dillendirdiğimden pek sevilmemiştim idareciler tarafından.

Olsun.

Konuşmasını bilmeyen veya çekinen bir öğretmenin yetiştireceği öğrencinin de korkak olacağına inanıyordum. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ndeki bozuk sicilimin bana ne getireceğini bilmeden başım dik bir şekilde köyüme gidip geliyor ve görevimi vicdan rahatlığı içinde yapıyordum. Böylece bir yıl doldurdum o köyde. Çok güzel anılar yaşadık köyde. Hele geceleri lojmanda köy gençleriyle yaptığımız eğlenceleri unutmak mümkün değil. Sabahlara dek köylere has, bölgeden bölgeye değişen çeşitli türden oyunlarla akıp gidiyordu zaman nehri… Akıp gittikçe sular, yerine yenisi gelirdi. Akıp giden suyu getirmek mümkün olmadığı gibi o zamanları da geri getirmek mümkün olmuyordu.

Şimdilerde o günleri yad ederken, binlerce hatırayla birlikte köyde radyo dinlerken (köyde TV olarak sadece TRT 3 kanal çekerdi, o da aşırı karıncalıydı) yazdığım şu mısralar aklıma geliyor:

GARİP ŞİİR

“İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir garip Orhan Veli…”
Erzurum’da Aşkale’de
Bir dağ başında ben.

O rahatlık bolluk içinde garip.
Ben yokluğun pençesinde garip.

O, Boğazda, vapurda
Ben tipide eşeksırtında,
Bembeyaz karlar başımda.
Beyazlar giymiş Azrail karşımda.

Boğaziçi süslenmiş
Nazlı bir kız gibi.
Ak geceliğini giyinmiş
Aşkale Düzyurt köyü.

“Boğaziçi’nde üç beş güzel,
Söylesinler şarkı gazel.”
Bu dağda on iki öğrenciyle
Çile çekmek başka güzel.

Gidin söyleyin şaire
Ey sığırcık kuşları,
Beni de yazsın o şiire,
Şarkı olsun dillere
O mu garip ben mi garip?

O rahatlık bolluk içinde garip.
Ben yokluğun pençesinde garip.

Düzyurt -1991

About ramazanbey

Şiir dünyasına uzanan yolda bir yürek savaşçısı
Bu yazı Öykülerim içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

8 Responses to Ölüme Sıkılan Kurşun (Kar ve Tebeşir)

  1. rahmi şahin dedi ki:

    Öncelikle bu güzel yazın için çok teşekkür ederim.1986-1989 yıllarında ben de aynı köyde öğretmenlik yaptım. Yazınızı okuyunca tekrar o günlere gittim. Ogünleri yeniden yaşadım. Çok zor günlerdi o günler. Yazdıklarınızın çoooooooooook fazlasını yaşadım ama yinede güzeldi.İlk defa yaşamanın bu kadar zor olduğunu burda gördüm. Hayatımın bu bölümü beynime kazındı.Asla silinmiyor. Yazdıklarınızı yaşamasaydım ben inanmazdım. Sıcak keteyi, ilkbaharda karın altından çıkan renk renk lale ve çiçekleri, angut kuşlarını, öğrencilerimi özlüyorum, YİNE DUYGULANDIM…….
    Tekrar teşekkür eder, sağlık ve başarılar dilerim.

  2. emirkülal dedi ki:

    Yazınız güzel tebrik ediyorum. Ben istanbulda yaşayan bir düzyurtlu gencim uzun yılar oldu köyüme gitmeyeli. Öğrendiğim kadarıyla yazıda geçen hacı amca (mustafa dede) ve oğlu ömer (şoför olan) vefat etmişler. Allah rahmet eylesin.
    Allaha emanet olun, muhabbetler diliyorum.

  3. ramazanbey dedi ki:

    Emir Kardeş,

    Sanırım isminiz doğrudur… Düzyurt’ta kimin oğlusun, şimdi nerede oturuyorsun? Bana iletişim bilgilerimden ulaşırsanız sevinirim.

    Bu arada Hacı Mustafa ve Oğlu Ömer’in vefatını söylüyorsunuz… Gerçekten beni etkiledi, Allah her ikisini de rahmet etsin.

    Bana ulaşırsanız sevinirim.

    Selam ve dua ile…

  4. hakan dedi ki:

    selam hocam ben abdalcık tan hakan. kütahya da edebiyat okuyorum o köyde koyuncu lar danım hatıratınız beni çok etkiledi ali abinin türkü söylemesi de beni şaşırttı hayret bu arada hacı mustafa ve oğlu hacı ömere ve son kaybımız düzyurtlu çok sevdiğim meco dayıya allah rahmet etsin selametle hocam

  5. OĞUZHAN dedi ki:

    ZAFERE GİDEN YOLDA CEKİLEN CİLE KUTSALDIR
    zoru görmeyen rahatın kıymetini bilebilir mi?Hoşuma gitti acıkcası böyle bir anıyı yazmanız.Bende ABDALCIK KÖYÜ’den bir vatandasım..Şu an bende AFYON’da vatani görevimi yapmaktayım
    ŞAFAK 243

    BİR GÜN GELECEK BİR GÜN KALACAK..
    ******************************************************************
    “AND OLSUN Kİ İNSANOĞLU ZARARDADIR… YALNIZ SABREDENLER VE BİRBİRLERİNE SABRI VE HAKKI TAVSİYE EDENLER HARİÇ…” (Kur’an-i Kerim.ASR SÜRESİ) Sana sabırla hayırlı tezkereler dilerim… Ramazan Seydaoğlu

  6. Dursun Erbasan dedi ki:

    Yazınızı heyecan ve duygu karışık bir şekilde okudum.
    Allah sizden ve oralarda yaşayan cümle halktan razı olsun.
    Ölenlerin cümlesine de Allah rahmet eylesin.
    “Allah ın rahmet ve selamı,
    kalbinde zerre kadar da olsa,
    imanı olanların üzerine olsun.” Amin

  7. eylül dedi ki:

    Sanki bir köy filminden kareleri izler gibi oldum okurken… Egenin çocuklarına uzak ve yabancı ama doğunun çocuklarına can kadar yakın kareler… Zorluklar olmuş mutlaka ama her zorluk tatlı bir tecrübe bırakıyor ardında… Kar soğukluğu kadar zor beyazlığı kadar da güzeldir…

  8. Geri bildirim: Bir Yarışma, Bir Ödül ve Bir Kitap / Ramazan Seydaoğlu – DergiZan

Yorum bırakın